Yeni İş, İlk İzlenimler – 2. Bölüm

Yeni şirketimdeki izlenimlerimi anlattığım birinci bölümde bahsettiğim üzere, ekibe adaptasyonum kültürel farklılıklar ve alışkanlıklardan ötürü sekteye uğrasa da bir ayın sonunda birlikte çalışmaktan ve sosyal vakit geçirmekten keyif alan bu küçük ekibe hemen hemen dahil olabilmiştim. Birinci ayı tamamlayıp, ikinci ayın da ortalarına geldiğimde aklımdaki tek soru işareti olan “yöneticimle bir diyalog kuramama” konusu haricinde her şey yolundaydı diyebilirim.

Hayatta her zaman sürprizler var. Tam her şey yoluna girdi derken bir anda tepe taklak olabiliyor. O cuma günü ilk kez uzun ve keyifli bir konuşma fırsatı bulduğumda da tam olarak bu şekilde oldu.

Ofise Dönüş

Pandemi süresince ,yaklaşık iki yıl kadar, evden çalıştıktan sonra; yeni işimde ofisten çalışabiliyor olmak beni en mutlu eden şeylerden biriydi. Her ne kadar evden çalışmanın rahatlığı inkar edilemez olsa da iş hayatında sosyalleşmeye önem veren biri olarak benim için ofis çalışması da bir o kadar keyiflidir. Yeni işimde tekrardan pandemi öncesine dönüş gibi gördüğüm bu durum, takıma adaptasyonumda da önemli bir faktör olmuştu. Bu sebeple, belirli günler evden çalışmamıza olanak sağlayan hibrit model uygulanıyor olmasına rağmen her gün ofise gitmeyi tercih ediyordum.

Sanırım ofise gitmemin bir diğer sebebi de ev ile iş yerim arasındaki yirmi dakikalık yol boyunca benim için heyecan verici olan bu sabah telaşını gözlemleyebilmekti. Koruyucu ekipmanlarını eksiksiz giymiş bisikletliler, bisikletlerin önünde ya da arkasında büyük sepetlerdeki çocuklar, yorumlamakta zorlandığım trafik kuralları, henüz açılmamış dükkan kepenklerindeki grafitiler,… Bunları izlemek, rotam her gün aynı olsa da beni işe giderken heyecanlandırmaya fazlasıyla yetiyordu.

Ofise vardığımda, genellikle ofiste sadece yöneticimiz olurdu. Bir günaydın dedikten sonra yerime geçiyordum. Sonrası da öğle arası afiyet olsun, akşam da iyi akşamlar. Her ne kadar güler yüzlü ve sevecen biri olsa da, profesyonel olarak herhangi bir görüşmemiz olmamasından dolayı oldukça tedirgindim.

Her iş değişikliği hayata sıfırdan atılmak gibi. Tekrardan kendinizi ispat etmeniz, basamakları tırmanmanız gerekiyor. Potansiyelinizin farkında olmanız bu noktada tek başına yeterli olmuyor. Geçmişte başardıklarınızı ve yapabileceklerinizi gösterebileceğiniz fırsatları iyi değerlendirip bu yokuşları tekrar çıkmak istikrarlı bir kariyer için belki de en önemli şey. Peki hiç fırsat verilmezse, o zaman da kendi fırsatımızı yaratmak gerekiyor. Ben de tam olarak bu şekilde yaptım.

Yufkadan Muhabbet

O sabah ofise giderken, hafta sonuna girecek olmanın ve bütün enerjisiyle parlayan güneşin içimde uyandırdığı enerji ile diğer günlere nazaran daha bir mutluydum. Scrum Master’lık görevine ek olarak yazılım geliştirmede de görev aldığım için, üzerinde çalıştığım işi vaktinden önce bitirmenin verdiği ekstra bir mutluluk vardı. Tabi bunu küçük bir fedakarlıkla akşam bilgisayarımı eve götürüp çalışmaya biraz da evde devam ederek başarmıştım. Hava güzeldi, hafta sonu neredeyse gelmişti, işimi vaktinden önce bitirecektim. Tüm bunları öğle arası sevdiğim kahvecide bir kahve içerek kutlamalıyım diye düşünerek ofise girdim.

Çantamı masaya bıraktıktan sonra, bir sabah rutini olarak kahve almak için mutfağa doğru yöneldim. Yöneticim de kahve alıyordu. Nasılsınız, nasıl gidiyor hoşbeş muhabbetten sonra, acaba “Bir buçuk aylık süreçteki yaklaşımımdan memnun musunuz, düşünceleriniz nedir , neleri iyileştirebilirim?” gibi sorsam mı diye düşündüm. Birlikte küçük bir değerlendirme yapsak, tedirginliği üzerimden atıp daha güvende hissetmeme olanak sağlayacaktı.

Yine de gerekli medeni cesareti bulamayarak vazgeçtim. Mutfaktan çıkmak üzereyken, arkamdan gelen bir ses ile şaşkınlığa uğradım ve acaba doğru mu duydum diye içimden bir kez daha düşündüm. Yöneticimiz bir Türk marketten yufka almış. “Yufkadan ne yapabilirim?” diye soruyordu bana.

İlk şaşkınlığımı attıktan sonra, ben de birkaç sigara böreği tarifi vermeye çalıştım. Tarifleri ne kadar doğru verdim, bilemem ama sonrasında işe başladığımdan bu yana olan süreçten bahsettik. Genel olarak, iyi bir adaptasyon süreci yaşadığımı söylemesi içimi rahatlatmıştı. Bu konuşmanın verdiği öz güvenle, projede potansiyel olarak gördüğüm gelişme noktalarından da bahsettim. Eğer uygun görürse üzerinde çalışıp güzel gelişmeler yapabileceğimizi anlattım kısaca. Epey ilgisini çekmişti. Hatta “bu geliştirmeler müşterilerin de hoşuna gidebilir” dedi. Bunları planlamak için bir toplantı organize etmemi istedi.

Yufkadan başlayan muhabbetten istifade ederek bir fırsat yaratmış, hem iş yerindeki mevcut durumumla ilgili bir geri dönüş almış hem de proje ile ilgili fikirlerimi paylaşmıştım. Üstelik bu fikirler de heyecan uyandırmış ve takdir edilmişti. Küçük bir zafer kazanmışçasına masama yöneldim. Ben bu anın keyfini çıkartırken, hayat bana sürprizlerini çoktan hazırlamıştı.

Yeşil Fasülye

Bilgisayarımı çantadan çıkarmak üzere elimi attığımda acı gerçekle hemen yüzleştim. Öğle yemeği için getirdiğim yeşil fasülye yemeği saklama kabından tamamen çantanın içine dökülmüştü. O anı “kafamdan aşağı kaynar sular boşandı” demekten başka bir şekilde açıklayamam sanırım.

İlk şoku atlattıktan sonra hemen koşarak kağıt havlu aldım. Elimden geldiğince her yeri kuruladım, sildim. Tabi ki silerken büyük bir endişe ile çalışıp çalışmayacağını düşünüyordum. Her yeri temizledikten sonra, anlamsız bir nefret ile saklama kabında kalan yemeğe baktım. Keşke zamanı geri alabilseydim de marketten hiç almasaydık onu, ya da saklama kabını farklı bir çantada getirseydim.

Tüm bu pişmanlıklarımın içinden sıyrılarak bilgisayarı açtım. Heyecan ve tedirginlikle açılmasını bekledim. Normalden biraz daha uzun sürmesine rağmen açılmıştı. Üzerimden kilolarca yük kalkmışçasına hafiflemiş hissettim.

Bilgisayar açıldıktan sonra ilk iş olarak bütün fonksiyonlarını hızlıca kontrol etmek istedim. İlk kötü haber şarjdan gelmişti. Maalesef şarj olmuyordu. Bir umutla diğer masalardaki şarj aletlerini de denedim. Faydası yoktu. Şarj olmuyordu. Tam da bu noktada sabah toplantımızın başlamasına kısa bir süre kaldığını fark ettim. Online gerçekleşecek bu toplantı için linke tıklayarak beklemeye başladım. İçimde çalışmasının verdiği mutluluk ve şarj olmamasının yarattığı stres ile toplantıya katıldım. Toplantının henüz başında fark ettim ki mikrofonum da çalışmıyordu. Bilgisayarın yavaş yavaş bozulmaya başladığı aşikardı.

Toplantı bittiği gibi bu işlerle ilgilenen departman olan IT’ye giderek durumu açıklamaya karar verdim.

Kargaşa

IT’nin kapısını çalıp içeri girdiğimde kendi derdim yetmezmiş gibi oldukça soğuk bir şekilde karşılandım. Sonradan öğrendim ki randevu almadan gidilmesine çok sinir oluyorlarmış. Bir de üstüne Almanca’m olmadığı için iletişimde de zorlandık. Epey memnuniyetsiz bir ifade ile bir saat sonraya randevu verip beni gönderdiler. En azından o kısa sürede derdimi anlatabildiğim için içim biraz rahatlamıştı. “Böyle durumlar için kullanılan bir bilgisayara kurulum yapıp, bana onu verecekler.” diye düşünerek, sakinlemiş bir şekilde ofise döndüm.

Masama döndüğümde fark ettim ki bilgisayar kurumaya başladıkça birer birer mouse, kulaklık hatta şarj dahi çalışmaya başlamıştı. Bu yeni gelişme karşısında içimde tarifsiz bir mutluluk oluşmuştu. Bir yandan da “IT’yi de gereksiz yere telaşa soktuk, bir de randevusuz gittik diye azar işittik” diye düşünüyordum. Onlara da bu yeni gelişmeyi ve artık desteğe gerek kalmadığını bildirmek üzere bir mail yazmaya koyuldum.

Maili neredeyse gönderecektim ki, IT’de az önce konuştuğum görevlinin bizim ofise girdiğini gördüm. Ofis sekreterimiz de yanındaydı. Parmakla beni işaret ettiklerini gördüm. “Hayırdır inşallah” diye düşünürken, yanıma geldi ve bilgisayarı alması gerektiğini söyledi. Ofiste bulunmasının çok tehlikeli olduğunu, ofiste patlama ya da yangın oluşturma ihtimaline karşın hemen alınması gerektiğini açıkladı.

Ben tam fırtına dindi diye düşünürken, bir anda tekrar bir kargaşa başlamış oldu. Bilgisayarın kuruduktan sonra eskisi gibi çalışmaya başladığını, bitirmem gereken önemli işler olduğunu, her şeyin yolunda olduğunu açıklamaya çalıştım. Ben bu şekilde açıklama yaparken o da Almanca sekreterimize konuşuyor, sekreter de İngilizce’ye çevirerek “Şirket kurallarına göre alması gerekiyormuş” diyordu. Tabi heyecanlı geçen bu konuşmayı gören yöneticimiz de odasından çıkarak yanımıza geldi. Şimdi bu kargaşanın daha da büyüyeceği belliydi.

Yöneticimiz geldiğinde olayı hızlıca ona özetledim. Yüzündeki memnuniyetsiz ifadeyi gördükçe benim için çok daha üzücü bir duruma doğru gittiğimizi fark ettim. Fakat her ne kadar benim için işler o an yolunda gitmese de mucizevi bir şekilde bilgisayarım çalışıyordu.

Benim bu “Ama çalışıyor” ısrarıma çok aldırmayan yöneticim, IT’deki görevliye “yenisini ne zaman alabiliriz?” diye sordu. Kesin bir tarih veremiyorlardı. Hatta bir ayı dahi bulabilirmiş. Bunu duyan yöneticimle IT arasındaki tartışmanın boyutu artık neredeyse gerginliğe varmıştı. En son bana dönerek “Şuan bilgisayar çalışıyor mu?” diye son bir teyit istedi.

Ben de kendimden gayet emin bir şekilde çalıştığını söyledim hatta çalıştığını ispatlamak için onların önünde de birkaç küçük işlem yaptım. IT’deki görevli çaresizce “bilgisayarı teslim etmek istemediğimizi” not alacağını, tüm sorumluluğun bizde olduğunu söyleyerek ofisten çıktı.

Mücadeleyi kazandığımızı hissederek masama döndüm. Aradan beş on dakika geçmeden bilgisayar kendi kendine kapandı. Tekrardan açmaya çalıştığımda “mavi bir ekran” ve üzerinde Almanca yazılar karşıladı beni. Çevirmeye bile gerek yoktu, artık çalışmasının imkanı yoktu.

Sebepler

Omuzlarım neredeyse yerde, yöneticinin kapısını çaldım. Bilgisayarın bir anda kapandığını ve açılmadığını söyledim. Haklı olarak, gösterebileceği en memnuniyetsiz mimikler ile yaptığım yanlışları sıraladı. Öncelikle ona haber vermeliydim. IT geldiğinde çalıştığı için ısrar etmemeliydim. Daha ilk baştan bilgisayarı eve neden götürmüştüm ki?

Yılgın bir şekilde dinledim. Bilgisayarı eve götürmüştüm, çünkü üzerinde çalıştığım işe evde de devam ederek hızlıca bitirip yeni işler almak istiyordum. Yöneticimize bu problemi söylememiştim çünkü iş hayatından öğrendiğim kadarıyla problemleri çok büyümeden kendi kendime çözebilmek takdir edilen bir şeydi. Yani problemlerle değil çözümlerle gelen bir kişi izlenimi vermek istiyordum. IT’deki görevli geldiğinde bilgisayarı teslim etmek istemedim çünkü yeni bilgisayarın gelmesi eğer bir ayı bulursa devam eden deneme, probation, sürecim olumsuz etkilenecek ve üç ayın sonunda muhtemelen kontratım sonlanacaktı. İçimden bunları düşünmeme rağmen sadece “haklısınız” dedim. Bilgisayarı hemen IT’ye götürmemi istedi.

Odasından çıkarken klavyeyi dövercesine bir şeyler yazdığını fark ettim. Cep telefonumdan uygulamayı açtığımda, “Bir daha bilgisayarına bir şeyler döken olursa o kişinin ücretsiz izne çıkacağını” yazmış. Daha da bir yıkılarak IT’nin yolunu tuttum.

Fırsat

Döndüğümde öğle arası vakti gelmişti. O kadar ağırdı ki her şey, eve gidip hiçbir şey düşünmeden sadece uzanmak istedim. İzin istesem zaten çok da sorun etmez diye düşündüm. Odasına doğru giderken karşılaştık, ofiste ortak kullanım için bir bilgisayar olduğunu söyledi. Stajyer bir arkadaş için alınmış, sonrasında da teslim edilmemiş. Çalışmaya o bilgisayar ile devam edebileceğimi söyledi.

Tam izin isteyip muhtemelen evde yeni iş arayışına gireceğim anda gelen bu fırsat hayat enerjimi yenilemişti. Bütün içtenliğimle teşekkür ettim. Bu neresinden bakarsam bakayım benim için ikinci bir şanstı. Böyle bir fırsat karşısında eve gidip karamsarlığa bürünecek değildim. Hemen bilgisayarı alıp işe koyuldum.

Üzerinde çalıştığım bütün iş maalesef başıma gelen talihsiz olay ile birlikte çoktan gitmişti. Yeni bilgisayar farklı bir projede kullanıldığı için gerekli araçların da kurulması gerekiyordu. Şimdi önümde beş günlük işi tekrardan yapmanın yanı sıra, bunu yapmak için gerekli birçok kurulumu da halletme zorluğu vardı.

Daha fazlası

Gerekli kurulumları yapıp işi kaldığım noktaya getirmek saati akşam yedi yapmıştı. Neredeyse bir su almaya dahi kalkmak istemediğim bu yedi saatin sonunda ofiste sadece ben ve yöneticimiz kalmıştık. Onun da çıkmak için hazırlandığını fark ettim. Fakat benim işi bitirebilmem için iki üç saatlik kadar daha işim vardı. Her ne kadar beş günlük işi tekrardan yapıp sabah ofise girdiğim noktaya gelsem de kalan kısmı da bitirip eve o şekilde gitmek istiyordum.

Yöneticimiz çıkarken “iyi akşamlar” dedikten sonra, artık benim de yavaş yavaş çıkmamı istedi. Ofiste akşam sekizden sonra çalışmamız yasaktı. Biraz göstermelik bir toparlanmaya giriştim ben de. Fakat onun gittiğinden emin olduktan sonra, çalışmaya geri döndüm. Saat sekize yaklaşırken, kartımı sanki çıkış yapmış gibi okuttum ve tekrardan işe devam ettim. Akşam ona yaklaşırken, üzerinde çalıştığım iş bitmişti. Bitkin hissetmeme rağmen çok hafiflemiştim.

Eve Dönüş Yolu

Eve dönmek üzere otobüse bindiğimde tüm yaşadıklarımı gözümün önünden geçirdim. Belki bir önceki gün bilgisayarı eve götürmesem bunların hiçbiri olmayacaktı. Muhtemelen işi zamanından önce bitirememiş olacaktım ama bunun aslında ne önemi vardı? Biraz gecikse ne olurdu? Peki neden tüm aksiliklere rağmen akşam yedide güzel bir noktaya getirsem de işi tamamlamak zorunda hissetmiştim de yasak olduğu halde akşam ona kadar çalışmıştım? Sonra birden aklıma geldi. Herkesin başına gelebilecek ve tamamen istemeden olan bu kaza benim için neden neredeyse “dünyanın sonu”ydu.


Sadece eve dönüş yolunda değil, hafta sonu da tüm bu sorulara cevap bulmaya çalıştım. Her ne kadar yeni iş kültürüne adapte olduğumu düşünsem de çocukluktan bu yana genlerime işlenen farklılıklarım vardı. Onların aksine ben, “Eti senin kemiği benim” diyerek kurslardan, sınavlara, spor takımlarından sosyal faaliyetlere katılırken hep “en iyisi olma” yarışı içinde büyümüştüm.

Başarı bir işi başarmak değildi benim için , birilerinin o işi takdir etmesiydi. Özgür Ruh’la aramızdaki fark buydu. O, profesyonel hayatta bir fikrin peşine düşüp kendi şirketini kurmayı ,günün sonunda batsa dahi, deneyebilmişken, benim için “aman işimizin kıymetini iyi bilelim”, “iş yerinde en iyi yerlere gelelim”di iş hayatı.

Pazartesi

Pazartesi sabah toplantısında sanki bu tatsız olay hiç ömrümden ömür götürmemiş gibi gülüş cümbüş cuma günü yaşananlardan bahsettim. Ekip arkadaşlarımın çok normal karşıladığına şaşırmıştım. “Aman benim de başıma geldi, kahve döktüm bir keresinde” diyen de vardı “Kafaya takma, sigortan karşılar” diyen de, sanki tek mesele paraymış gibi.

Toplantıda sıra bana geldiğinde cuma akşamı ofisteyken planladığım “her şeye rağmen işi bitirdim!” Temalı süslü anlatımın aksine sadece işi bitirdiğimi ve yeni bir iş alabileceğimi söyledim. Devam eden haftanın sonuna doğru yeni başladığım işi planlanan tarihte bitirdim. Kontrol edemediğim iştahımı törpülemek, verilen işleri zamanında güzel bir şekilde yapıp “bunun bir yarış olmadığını düşünmek” oldukça iyi hissettirmişti.

O cuma günü tamamladığım işi birçok deneme yanılmadan sonra yapabilmiştim. Bu deneyimlerimi bir fırsatını bulduğumda şirketin blogunda paylaştım. Benzer işlerle ilgilenen farklı departmanlar bu paylaşımı görüp onlara eğitim düzenlememi istemişler yöneticimden. Sonrasında işe alım mülakatları yapmamı, önemli müşteri sunumlarını organize etmemi istediler. Takip eden süreçte, önce deneme sürecini geçtim. Doğrusu çok da endişe duymuyordum artık. Bilgisayarı iş yerinde bırakarak çıktığım her akşam ya spora gidiyor ya da yeni ilgi alanım olan blogum üzerinde çalışıyordum. Benim icin en önemli şeylerden biri olan iş hayatı, artık sadece iş hayatıydı. En az hayatımdaki birçok şey gibi önemli ama hiçbirinin üzerinde değil.

Hoşçakalın

search previous next tag category expand menu location phone mail time cart zoom edit close